OBJEKTİVİST
VE RELATİVİST İRADELER ARASINDA
KUR'AN'I ANLAMA
SORUNU*
YASİN AKTAY
Konuşmanın
başlığı sanki yeni bir düalizm, yeni bir ikili
kavramsallaştırma, yeni bir dikotomi tesis edilmekte olduğu
izlenimi veriyor. Adet olduğu üzere bu tür düalizmleri aşmak için
önerilebilecek yol hazırdır: üçüncü çözüm veya ara yol, mutedil yol,
orta yol, hatta bizim muhitimizde çok yaygın olan bir ifadeyle: mustakim
yol. Sırat-ı Müstakim'e olan eğilimimiz kabul edelim ki genelde
bu tür düalizmlere karşı hep ikisinin arasında bir yol arama
ucuzculuğuna götürmektedir. Kimi zaman bize sunulan iki seçeneğin
karışımından veya ikisinin beğendiğimiz
yanlarından oluşan terkipler peşinde koşarız. Önümüze
çıkan her iki yolun arasını bularak çözüme gitmek bize en
sağduyulu en ayağı sağlam basanların çözümü gibi
görünür. Bu arada hiç düşünmeyiz bize tavsiye edilen
"Sırat-ı mustakîm" bize sunulan seçeneklerin arasından
veya ortasından mı geçiyordu? Yoksa O Peygamber'in (S)
karşılaştığı seçeneklere karşı
izlediği ve o yolların ne ortasından ne yanından geçmeyen
fakat tümüyle alemin dengesini gözeten, adil, sağduyulu bambaşka bir
seçenek miydi? Bu konu üzerinde çağımızda artık oldukça
naif bir görüntüye kavuşmuş olan
diyalektik-sentetik düşünme tarzını aşmış
olduğumuzu maalesef söyleyemeyeceğim.
Dolayısıyla, Kur'an'ı anlamayla ilgili tüm
sorunları objektivizm ve relativizm ismindeki iki
aşırılığa indirgeyip, bu her iki
aşırılıktan kurtulmanın yolu olarak bu ikisi
arasında bir yol önermeyeceğim. Bu ikisinin olumlu ve olumsuz
yanlarına atıflarda bulunarak iki aşırılıktan bir
orta yol bulunabileceğini savunmayacağım. Kanaatim, bu iki
tavrın, hayatın temel meseleleri ile ilgili iki sapkın
tavır olduğu yönündedir. Yine hayatın temel meselelerine
karşı takınılan başka bir çok tavrın altlarında
mütalaa edilebileceği iki ana tavır; kendi aralarındaki
çatışma ile felsefe ve düşünce tarihini
başlangıcından bugüne karakterize etmiş iki eğilim.
Objektivizm, yani nesnelcilik nesnelerin bizim
zihnimizdeki işlemlerden bağımsız bir biçimde
varolduğunu, uygun bir yöntemle nesneler nasıl iseler öylesine
algılanabileceği, onların doğru bilgisine
ulaşılabileceğini varsayar. Biraz aşırı
biçimlerine doğru, zihnimizin tüm bilgi verilerinin kaynağının
nesneler olduğunu; zihnimizin bu verileri bir ayna gibi yansıttığını
kabul eder. Dolayısıyla nesnelerin her ne iseler öyle görülebilmesi
konusunda varolan ihtilafların bilgi artışı sayesinde
giderilebileceği yönünde bir iyimserliği vardır. Duygularımızın,
zihnimizde önceden mevcut olan kategorilerin, geleneklerimizin,
önyargılarımızın, aşılması sayesinde
nesnelerin doğru bilgisine ulaşılabileceği, dahası bu
bilginin insanlar arasında her çeşit ihtilafı ortadan
kaldırabilecek bir genel geçerliliği de haiz olabileceği yönünde
bir iyimserliğe sahiptir. Bir çok düzeyde bir çeşit materyalizmle
beraber giden bu anlayışa karşın Relativizm veya görecilik
veya izafiyatçılık realitenin tamamen zihinlerin bir kurgusu, bir
inşasından ibaret olduğunu iddia eder. Hiç bir düşünce
tarzını, hiç bir görme tarzını yek diğerine tercih
etmek için hiç bir geçerli sebep tanımaz Tüm yolların kendilerine
göre doğru olduğunu kabul etmekten başka bir yol bilmez. Ona
göre tüm yollar arasında hangisinin daha doğru olduğuna karar
vermek içinse elimizde hiç bir geçerli kıstas yoktur. Bir ikili kavramsal
karşıtlık içinde düşünmemiz gerekirse bu kavramlardan
objektivizm temelcilik, bilginin nihaî zemine sahipliği, bilim, felsefe ve
dil ile karakterize edilirken, relativizm görecilik, kuşkuculuk,
tarihselcilik ve nihilizmle[1]
özdeşleştirilebilmektedir.
fiimdi felsefî terminolojide en kaba
hatlarıyla bu şekilde tanımlanabilen objektivizm ve relativizm
arasındaki gerilimin Kur'an'ın anlaşılması sorunuyla
ne alakası vardır? fiahsen ben felsefî düşünce tarihinin
tamamına hakim olmuş olan bu gerilimin geçmişte olmasa bile
bugün İslâmî düşünce alanında yürümekte olan bir çok
tartışmayı anlamlandırmak üzere istihdam
edilebileceğini düşünüyorum -tabiî ki artık "üçüncü bir
yol" önerme mecburiyetinden muaf tutulmak kaydıyla.
Objektivist İradenin Eşliğinde Kur'an
Okuması
Yine kabaca bir
eşleme yapmak gerekirse bugün okunan Kur'an'ın hiç bir
anlaşılma zorluğu
barındırmadığını, herkese her durumda aynı
şeyleri söyleyebileceğini, dolayısıyla gerekli olan tek
şeyin kitabın ihtiva ettiği anlamlara ulaşmak için
elverişli teknik ve yöntemlere başvurmak olduğunu varsayan
anlayış, Kur'an'ı anlama konusunda bu kurguya göre objektivist
bir iradeye tâbî olmaktadır. Objektivist irade çağdaş dünyada
Müslümanların Kur'an'ı okumalarında yıllarca en fazla
etkili olmuş olan bir iradedir. Kur'an üzerinde bir takım
semantik/anlambilimsel incelemeler, dilbilimsel tahliller, kavramsal etüdler
yapmak suretiyle Kur'an'ın en doğru bir şekilde
anlaşılması hedeflendi. Kur'an'a "önyargısız",
bütün kültürünü "sıfırlamış", tek amacı
doğruyu bulmak olan bir kafa yapısıyla gitmek idealize
edilirken, böylesi bir tedbirle Kur'an'a gitmenin Kur'an'ı anlamak için
sanki yeterli olacağı iyimserliği taşındı.
Anlaşılan veya anlaşılacak olan şey kişiden
kişiye değişmeyecek kadar gerçek, nesnel, "orada" olan
bir şeydir. Hiç bir bireysel, kültürel, tarihsel, toplumsal
farklılık herhangi bir Kur'an ayetinin, ifadesinin anlamında
herhangi bir farklılığa yol açmak için meşru bir gerekçe
teşkil edemez.
Ana gövdesini böylesi bir anlayışın
oluşturduğu objektivist irade böylelikle Kur'an'ı anlamanın
fiîlî durumlarına çok fazla gönderme yapma ihtiyacında
bulunmaksızın, ya mevhum bir geleneğe atıfta bulunarak
gelenekselci; veya semantik ve filoloji disiplinlerinin hatta adı
konulmamış bir tarih sosyolojisinin verilerine başvurmak
suretiyle de modernist İslâm anlayışlarına eşlik
etmiştir. Kanaatimce burada modernist yorumla gelenekselci yorum
arasındaki fark belirsizleşmekte, ikisi aynı düşünce
ailesinin üyeleri haline gelmektedir. Her ikisinde de "Kur'an'ı
anlamak", Kur'an'la aramıza böylesine nesnel sınırlar
koymak suretiyle ulaşılabilecek bir hedef haline gelmektedir. Sorun sadece uygun anlama aracını
uydurabilmekte yatar ilh.
fiimdi ben buradaki düşünce mülahazamı
biraz daha anlaşılır kılmak için biraz
kışkırtıcı olabilecek bir soruyu ortaya atmak
istiyorum: Sahi biz Kur'an'ı
anlamak zorunda mıyız? Veya şöyle diyelim: Kur'an'ı
anlamak, Kur'anî bir sorun mudur? Bizim geleneksel anlamda
anladığımız "anlama" tabiri -böyle
anlamayanları tenzih edebiliriz- herhangi bir yerde olup biten bir anlam
muhtevasını aynen aksettirmek, kopyalamak, idrak etmek gibi bir
şey. Bir şeyi anladığımız zaman onu bir nevi ayna
görevi gören zihnimizde aksettirmiş oluyoruz. Onu olduğu gibi kuşatıyoruz.
Kendi zihnimizdeki bütün kavramlardan, düşüncelerden önyargılardan
veya bir bütün olarak "anlama ufkumuzdan" sıyrılıp
anladığımız nesnenin, metnin, kişinin, ifadenin anlama
ufkuna yerleşiyoruz. Genel olarak "anlama" derken kastedilen
şeyin bu olduğunu biliyoruz. Böylesi bir anlama zihnimizi bir ayna
olarak tasarlar. Dahası evrensel bir anlama hedefi, bir anlama ideali
kurmaya sevkeder. Belli bir yargıya ulaşmış olan herkese de
o yargıya evrensellik atfetme meşruiyeti üretir falan. O zaman da
Kur'an'ı anlama konusunda müminle kafir, takvalı ile takvasız,
zengin ile fakir hiç bir zaman farklı konumlarda tasavvur edilemezler.
Çünkü sözkonusu olan etkinlik türü bilimsel bir çabaya indirgemek ve bir
matematik problemi çözülür gibi Kur'an ayetlerinin içerdiği anlam
sorunlarının çözülebileceği kabul edilmek zorundadır.
fiimdi sorumu yineliyorum: Kur'an'ı anlamak
Kur'anî bir sorun mudur? Kur'an bizden kendisini bu anlamda
kuşatmamızı, tüketmemizi, bütün anlam muhtevasına nüfuz
etmemizi, tabiri caizse vahyedenin niyetlerini çözücü bir çaba mı
beklemektedir?
Biraz erken olacak bir cevapla kendi
mütalaalarımı sürdüreyim. Kur'an'dan edindiğim izlenim bu
anlamıyla Kur'an'ı anlamak gibi bir yükümlülüğe sahip olmamak
bir yana öyle bir anlamaya da hiç bir zaman ulaşamayacağımız
yönündedir. Basit bir veri şudur: "Kur'an'da insanların
Kur'an'ı bu anlamıyla anlamaları gerektiğine dair en ufak
bir vurgu yoktur" desem eminim çoğu kişi çok
şaşıracaktır, belki de itiraz edecektir. Türkçesi
"Kur'an'ı Arapça olarak indirdik ki daha iyi
anlayasınız" diye yaygınlaşan ayetin veya genel olarak
siyakında "anlayasınız" olduğu zannedilen ayet
meallerinin Arapça aslında "anlama" değil de
"düşünme" "ibret alma" yla karşılanabilecek
sözcüklerle geçmektedir. Bu ise, ayrıca Kur'an'ın
anlaşılmasına yönelik objektivist iradenin zihnimizin derinliklerine
kadar nasıl işlediğini örneklemesi açısından oldukça
mânidârdır. Evet Kur'an'da Türkçe'nin bu tür
çağrışımlarıyla birlikte sahip olduğu
"anlama" sözcüğüne tekâbül eden hiç bir sözcük yok. Örneğin
bir "f h m" kökünden gelen sözcük Kur'an'da sadece bir yerde
geçmekte, o da Kur'an'ın anlaşılmasıyla ilgili bir mevzuda
değil de Hz. Süleyman'a anlaşılır kılınan bir
meseleyle ilgilidir. Neticede şunu söyleyebilmek için sanırım
yeterince gerekçemiz var. Bizim Kur'an'la ilişkimiz bu tür objektivist
çağrışımlarıyla birlikte bir
"anlama-anlaşılma" ilişkisi değildir, belki bir
öğüt alma, kulak verme, itaat etme, üzerinde düşünme ilişkisidir
v.s.[2] Burada da sorunumuz bizim bir
şeyi anlamaya kalkışırken kendi üzerimizde neler olup
bittiği konusundaki bilgiye insan olarak yeterince vakıf
olamayışımızdan kaynaklanıyor. Kur'an'la
Kur'an'ın tarif ettiğ bir diyaloğu tesis ettiğimizde
Kur'an'ı, anlama faaliyetinin objektif sınırlarında
tüketmekten aciz olduğumuzu farkettiğimiz gibi, okurken bize bir
haller olduğunu da eminim hepimiz hissediyoruzdur. Aslında her
çeşit metni okurken içine düştüğümüz bir çok durumun
sayısız kat fazlasına Kur'an'ı okurken giriyoruz. Çünkü
Kur'an'ı herhangi bir metni okur gibi okumuyoruz. Herhangi bir metin gibi
okuyanları dışta tutabiliriz, ama bir ibadet kastıyla
Kur'an'ı okumaya alışmış bir insanın, Allah'tan
gelmiş olduğuna inanarak, öğüt almak, hidayet aramak üzere
okuyan bir insanın Kur'an'la kendisi arasına nesnel mesafeler koyarak
okuması fiîliyatta mümkün değildir zaten. Peki bunu yapmaya
kalkışırsa, yani salt bir anlama nesnesi olarak mütâlaa edip
kutsiyetini rafa bir an için bile kaldırırsa ne olur? Böyle bir
durumda Kur'an'ın değişik yerlerde değindiği
tiplemelerden birine denk düşme ihtimalinin çok yüksek olduğunu
söylemek durumundayım: "Ölçüp biçen", "Allah ne murat
etti" diyen "bunlar geçmişlerin masallarıdır",
"bir büyüdür" ve sair şeyler diyen tiplemelerden bahsediyorum.
Tabiî ki bu arada bunca nesnel teşhisle Kur'an'da söylenen hiç bir
şeyi üzerine alınmadan onu ameliyat masasına
yatıranların bile kendilerini alamadıkları bir durumun yol
açtığı tip var. "Onun etkisine kendilerini
kaptırıp gizlice onu dinlemeye gidenlerin tiplemesi."
Bu arada yeri gelmişken bu oturumun ana
başlığı olan Kur'an'ın bilgikuramsal (epistemolojik) mahiyeti
üzerine deminden beri yaptığım değinileri uyarlamak
istiyorum. Özetle Kur'an tüm bu nedenlerle bir epistemoloji nesnesi olmak
hedefine çok fazla talip görünmüyor bana.
Relativist İradenin Eşliğinde Kur'an
Okuması
Nesnelcilik/objektivizm
iradesinin Kur'an'ın anlaşılma tarzı üzerinde ne tür
etkileri olduğuna dair bunca mülahazadan sonra bir de Relativist iradenin
yansımalarını görelim. Relativist iradenin yönlendirdiği
Kur'an okumalarının günümüzdeki biçimleri oldukça
çeşitlenmiştir. Geçmişte tasavvuf geleneğinin ürettiği
Batınî ve Zahırî anlam karşıtlığıyla ilk
büyük yükselişini yaşamış relativist iradeyi, Kur'an
okumaları konusunda genel anlamıyla heterodoks bir okuma biçiminin
teşvik ettiği söylenebilir. Genelllikle Bektaşi
fıkralarıyla karikatürize edilen okuma biçimi gerçekten de metnin
bize nasıl görünüyorsa öyle okunmasından ziyade aleyhimize
işleyebilecek herhangi bir anlam muhtevasının nasıl olur da
alaşağı edilebileceği yönünde bir arayışı
resmetmektedir.
Relativizm her insanın yaşadığı
tecrübelerin çok kendine özgü olduğu gerçeğinden hareket eder. O
yüzden herhangi bir bilgi nesnesinin tüm insanlar arasında aynı
şekilde bilinmesini veya anlaşılmasını sağlayan
tüm etkenlerin önemini küçümseyerek çalışır. İnsanlar
arasında belli bir dünyanın hep aynı şekilde
kurulduğuna dair yaygın bir algı varsa bunun ancak insanlardaki
düzen isteği, kaostan kurtulma isteği dolayısıyla
kabullenilmiş bir ortak yanılsamaya dayandığı kabul
edilmektedir. Bunun yerine her insan tekinin bir ilgi veya anlama nesnesi
karşısındaki özgüllüğüne vurgu yapıp, orada anlama
veya bilme sürecine katılan bireysel-farklı unsurlara dikkat çeker.
Yine en kaba şekilde bu şekilde tanımlanabilecek olan
relativizmin İslâm düşünce tarihinde kuşkusuz bir çok
çeşidi türemiştir. Demin değindiğim tasavvuf ve heterodoks
gelenekler bunların ana yatağını teşkil etmiştir.
Ben bunların hiç biri üzerinde şimdilik durmayı
düşünmüyorum. Bunun yerine sözkonusu relativist iradenin güdümünde hareket
ettiğini düşündüğüm ve son zamanlarda "Kur'an'ın
tarihselliği" olarak bilinen bir örneğinden hareket etmek
istiyorum.
Kur'an'ın tarihselliği düşüncesinin
gerçekte neye tekabül etttiği veya nelere tekabül etmesi gerektiği
bir yana[3] müslümanların gündemine
getiriliş biçimi, tarih kavramının tasavvur ediliş
biçiminin kendisinin de bu tartışmalara özgü olduğunu söylemek
durumundayım. Yani tarihsellik tartışmasının haklılığı bana göre
bu tartışmanın çok kötü bir istihdamından, yani kaba bir
relativizmin eritici, buharlaştırıcı etkisine
Müslümanların tüm hakikat nosyonlarını maruz
bırakmasından dolayı, kaybolmaya yüz tutmuştur. Yoksa tabiî
ki, tarihsel varlıklarız ve her birimiz kendi dünyamızda
yaşamaktayız. Bizzat Kur'an'ın telkin ettiği şeylerdir
ki, her insan kendi imtihanını yaşayacak, kendi
günahını yüklenecek, kendi ölümünü ölecektir. Bu imtihan sürecinde
Kur'an'ın birileri için hidayet birileri için dalalet kaynağı
olması, baktıkları halde görmeyenler, duydukları halde
işitmeyenlerin vurgulanması, Kur'an'la olan diyaloglarda bir yandan
farklılığa işaret etmekte, diğer yandan Kur'an'ın
anlaşılması sürecinde etkin olan başka faktörlerin önemini
zımnen ifade etmektedir.
Bu arada arihselcilik anlayışını en
yoğun bir biçimde besleyen gerçek Kur'an'ın 1400 yıl önce Arap
Yarımadasında yaşamış insanlara, onların
kültürlerini, örflerini, anlayışlarını, bilgi seviyelerini
gözeterek Arapça olarak vahyedilmiş bir kitap olmasıdır. O
insanların yaşadıkları sorunlar farklı, dünyalar
farklı, kültür farklı, dil farklı, biyografileri farklı
v.s. Dahası Kur'an o insanların tüm bu
farklılıklarıyla bir diyalog halindedir ve tüm
farklılıklarıyla onların özelliklerini
yansıtmaktadır.
Simdiki mütâlaalarımda da mesleğim olan
sosyolojiyi icrâ etmeme müsaade ediniz. Kur'an'ı anlamayla ilgili olarak
objektivizmle relativizm arasındaki gerilimin münasebeti tamamen
yaşamakta olduğumuz kültürel havzanın bir
yansımasıdır. Bu kültürel havzanın karakterize edici
özelliği nedir? Kuşkusuz bu sorunun herkesin üzerinde anlaşabileceği
bir cevabının verilmiş olduğunu söylemek zor. Kimileri
modernliğin çok ileri bir aşaması, kimileri radikal bir
modernlik, kimileri postmodernizm, kimileri de geç veya ileri kapitalizmin
kültürel mantığı olarak nitelemektedir bu kültürel havzayı.
Her ne ise, yaşadığımız dönemin lik ortaya
çıkış biçimiyle modernlik olmadığı kesin bir
şey. Ki, şimdi gerek İslâmî gerekse gayr-i İslâmî
bakış açısından geliştirilen
modernlik-karşıtı söylmelerin çoğunun zihnindeki modernlik
şeması bu eski-ibtidaî biçimiyle modernliktir. fiu anda
yaşamakta olduğumuz dönemin teşhisiyle Müslümanların henüz
yeterince mesâî harcamamış olduğunu ise yeri gelmişken
kolaylıkla söyleyebiliriz. fiimdi ben bu dönemin
ayrıntılı hatta özet bir tasvirine girmeyi düşünmüyorum.
Ancak Kur'an'la ilgili, Kur'anın anlaşılmasıyla ilgili
sorunlarda relativizm ile objektivizm gibi iki seçenek veya iki irade
arasında tutulmamızın kesinlikle bu yaşamakta
olduğumuz kültürel, büyük ölçüde de siyasal atmosferle alakalı
olduğunu vurgulamadan geçemiyeceğim.
Bu
önemli vurgulamadan sonra tarihselcilikle ilgili üç soruna dikkat çekmek
istiyorum:
1-
Kur'an'da vahyin tarihsel olduğuna veya olabileceğine en ufak bir îmâ
olmadığı gibi, aksine Kur'an, tarihin değişik
kesitlerinden bir dizi kuşağın kaygılarını,
düşüncelerini, tasalarını aynı dille seslendiriyor,
birleştiriyor. Aralarında bir anlam farklılığı,
bir dünyayı tasarlama farklılığı gözetilmesini
sağlayabilecek hiç bir vurgulamaya girişmiyor.
2- Tarihselciliği bir kez kabul ettiğimizde,
tarihselcilik düşüncesini kendisine karşı da işletmemiz
entellektüel dürüstlüğün, radikal düşünüşün bir gereğidir.
Böyle bir düşüncenin ulaşacağı yer o zaman ne olur?...
fiu olur: Tarihselcilik de tarihsel bir düşüncedir. Vakıa da
bundan ibarettir. 19. yüzyıla kadar insanlar arasına böylesine zamana
endeksli mesafeler koyan, hayata, dünyaya, insana ve varlığa
bakış tarzlarını izafîlerştiren bir tarih
anlayışı oldukça yabancıdır. Zaten günümüzdeki
yaygın kullanımıyla "tarih"in 19. yüzyılın bir
ürünü oluduğu, tarih felsefesiyle uğraşanlar tarafından
yeterince vurgulanmıştır. Dolayısıyla tarih
düşüncesini kendisine karşı işlettiğimizde tarihsel
bir düşünce olduğunu teslim etmekten başka bir yolumuz olmaz.
Ancak, tarihsellik düşüncesinin köktenci bir sürdürümü böyle bir neticeyi
gerektirdiği halde, Kur'an üzerine akademik bilim çevrelerinin elindeki
tarihselcilik düşüncesi mutlak bir düşünce tarzı,
düşünceler üzerinde mutlaklık iddiasında bulunmaktadır.
Buradan tarihselciliğin üçüncü bir sorunu görünmeye başlar.
3- Tarihselci düşüncenin tazammun ettiği çok
önemli bir soruya işlerlik katan bir sorun. Bunu da şunu sorarak
açmaya başlayalım: Ne yapıyor tarihselci düşünce
tarzı? Bütün zamanların, düşünceleri üzerinde hakem rolü
görebileceği ezelî bir göz, bütün zamanların düşüncelerini değerlendirebileceği
mutlak bir ölçüte sahip olabileceği yönünde müstağni bir iddiayı
taşıyor. Bütün düşüncelerin tâbî oldukları temellere
vâkıftır o! Oysa bizim her
dönemde tâbî olduğumuz düşünce temelleri bizim
söyleyebildiğimizden daha derinlerde yatmaktadır, öyle ki, temelci
sorular sahneye çıkmadan önce biz kendi geleneğimiz içerisine
gömülmüşüzdür. Diğer yandan, tarih tecrübesinde, tarihsel
araştırmanın nesnelliği ideali sorunun yalnızca bir
yanını, ve aslında ikincil yanını oluşturmaktadır.
Zira tarihsel tecrübenin özel niteliği bizim geriye doğru
bakıldığında neler olmuş olduğunu kavramadan önce
bize neler olduğunu bilmeksizin bir olayın ortasında durmakta
olduğumuzdur.[4] Tarihin her an yeniden
yazılmasının gereklerinden biri de budur zaten. Aslında bu
durum aynı zamanda tarihselcilik iradesini, yani içine gömüldüğümüz
geleneklerin bizim düşüncelerimizin üzerindeki etkisini,
düşündüklerimizin arkasında yatan toplumsal ve tarihsel kökenleri
ortaya çıkarma iradesini kışkırtan bir durumdur.
Bugün Kur'an ayetlerinin tarihselci
yorumlarının çoğunun yöneldikleri arayışların
arkasındaki siyasî angajmanlarla, ittifaklarla daha fazla ilgilenmenin
daha işlevsel, daha kesin sonuçlar verici olduğunu düşünüyorum.
Bu konu üzerinde çokça araştırma yapılıp, değişik
sonuçlara gidilebilir, benim acizâne gözlemlerim bu tarihselci düşüncenin
temel insiyaklarından birinin demin belirttiğim gibi
yaşadığımız dönemin relativizmi yükselen bir
değer olarak besleyen yaşama tarzı olduğu yönündedir.
Diğer yandan eşit derecede önemli bir faktör bu düşüncenin,
yükselen İslâmî hareketlerin söylemlerini zayıflatmanın bir yolu
olarak içinde bulunduğumuz siyasal kürede fazlaca teşvik görüp
ödüllendiriliyor olmasıdır. Buradan kesinlikle bu eğilime
bulaşan tüm insanların bilinçli bir işbirliği içinde
olduğu anlaşılmamalı. Teşvik ve ödül her zaman çok
maddî olmaz. Hatta bu örnekte sözkonusu ödüllendirme ve teşviklerin daha
ziyade söylemsel düzeyde cereyan ettiğini söyleyebiliriz. Söylemin bir
akıntısı vardır. Egemen söylemin aktığı
yönün tersine kürek çekmemenin bizatihi kendisi bu ödülü üretmekte;
akıntının şiddeti bu teşviki sağlamaktadır.
O zaman arzulanacak tutumun her zaman akıntıya karşı kürek
çekmek olduğunu söyleyebilir miyiz? Benim acizane Kur'an okumalarım
akıntının kaynağının kafamızdaki araziye
verdiğimiz meyillerin kollektif toplamından ibaret olduğunu;
bundan dolayı bu akıntıya en azından kendi kafamızdaki
araziye engebe katmak suretiyle karşı gelebileceğimizi telkin
etmektedir.
Kur'an'ın anlaşılmasında bu tarz
modernist, tarihselci veya relativist eğilimin genellikle biraz daha
yabancı, asimile edici, kendini-sömürgeleştirici bir siyasal söyleme
kolay eklemlenmesi, bazen doğrudan oradan seslenmesi hem o tür bir
eğilimin yayılma, kabul görme şansını azaltmakta;
kendisine karşı oluşan tepkiler dolayısıyla onun
muhtemel doğrularına bile kulak tıkama sonucunu
doğurmaktadır, ve bu anlaşılır bir şeydir.
İki örnekle bunu açmaya çalışayım.
Birincisi Abdülkerim Süruş, dinî düşüncenin
tarihseliği üzerindeki vurgularına[5] rağmen çok yerli, çok
içerden bir ses olmayı sürdürebilmektedir. İran'da bu
düşüncelerinden dolayı çok zor durumda kalsa bile, dinî
düşüncenin dinin kendisiyle özdeşleştirilmesinin
yarattığı kasvetli ortama bilfiil şahid olan ve bizzat
Müslüman insanın tecrübe ettiği yerden konuşmaktadır.
Diğer örneğimiz Muhammed Arkoun. M. Arkoun,
Kur'an'ı ortodoksça anlama biçimini Ortaçağ'da teşekkül
etmiş olduğuna inandığı bir "İslâmî
Akıl" kategorisi eşliğinde düşünmemizi önerir. Bu
anlama biçimini böylece tarihselleştirip izafîleştirirken onun
karşısına "Müslümanların özgür muhayyileleri"ni
koyar. Müslümanların özgür muhayyilelerinin en önemli özelliği
"halk İslâmı" olmasıdır. Halk İslâmı,
yani kendiliğinden (spontaneous) gelişen, realitenin
şekillendirici etkisine karşı doktrinin katı ve belirleyici
etkisini bertaraf eden, hiç bir kalıba sığmayan bir İslâm.
Doktrinci, ortodoks veya Sünnî bir İslâm'ın muhtemelen en
donanımlı bu eleştirisinin arkasında böylesine
sekülerleşmeye karşı hiç bir savunması olmayan ve gireceği
hiç bir hayat pratiğinde, siyasî tavır ve tutumda vazgeçemeyeceği
hiç bir ilkesi olmayan bir İslâm özleminin yattığını
görebiliyoruz. Aynı techizatı Arkoun gibiler, diyelim ki bir
Cezayir'deki gibi, İslâmî oluşumların ne kadar doktrinci,
katı ve sözmerkezci olduklarını kanıtlamada istihdam
etmektedirler. Oysa bu donanımın bu şekilde
kullanılması zorunlu değildir. Örenğin Cezayir'de veya
İslâm ülkelerinin çoğunda bugün yükselen bir yorum eğilimi
olarak temelciliğin niçin böylesine yaygın bir kabul gördüğünü
anlama konusunda "Müslümanların özgür muhayyilesi"[6] dediği olguya
tanıdığı şansın hiç olmasa bir
kısmını tanısa bizzat Arkoun'un sözkonusu ettiğim o
zengin donanımı çok işlevsel açılımlara kaynaklık
yapabilir.
Arkoun'un sahip olduğu donanıma başvurarak
yükselen ve fundamentalist, köktenci vs isimlendirmelerle aşırı
doktrinci bulunan harekete başka türlü bakılabilecğini
görüyorum. Örneğin bu harekette anlam sorununun nasıl
geliştiğine ve nasıl dalgalandığına bir göz
atmak, ilim çevrelerinde şu kadar problematize edilen anlam
sorunlarının İslâmî hareketin taşıyıcı
özneleri açısından çok da prablematik olmadığını
gösterebilir. Bunun bu çevrelerin seviyelerindeki sığlığa
verilmesi ucuza kaçmak olur. Bence bu durum en azından iki şeye işaret
edebilir:
1- Kur'an metniyle kurdukları ilişkide bu
öznelerin, farkına varmadan Kur'an'ı belirli bir şekilde
anlamanın ideolojisine kendilerini fena halde kaptırmış
olmaları. Kendileri üzerinde neler olup bitmekte olduğunu
farkedememeleri. Bu durumda bizim onlardan daha avantajlı bir konumda
olduğumuzu sanırım söyleyemeyeceğiz. İnsanları
kategorize eden, sınıflandıran bir düşünce biçimine sahip
olmamız onlar üzerinde konuşmaya yetkili olduğumuz vehmini
uyandırıyor, o kadar. Demin de belirttim,
sınıflandıran düşünce tarzı da diğer düşünce
tarzlarının yanısıra bir düşünce tarzıdır.
Belki de tanımı içerisinde "diğer düşünce
tarzları üzerinde konuşma insiyatifi vehmine sahip" olma
unsurunu ihtiva etmektedir.
2- Kur'an metni tarihin hangi döneminde olursa olsun
insanlara kolayca hitap etmekte; insanlar kendi dünyalarını Kur'an
okumaları eşliğinde anlamlandırmakta
zorlanmamaktadırlar. Yani bir metni alıyorsunuz, okuyorsunuz ve o
metnin size çok şey söylemekte oluğunu görüyorsunuz. Bence bir metnin
mucizesi budur. Metindeki anlam muhtevasını tarihselci kuşkuya
maruz bıraktığınızda ise olup biten başka bir
şeydir. Oysa burada göreceğimiz ilk şey Kur'an'ın bir
kollektif anlam üretici, anlam dünyasını kurucu işlevini görme
konusunda tarihsel bir engele takılmadığıdır.
Sonuç
Bütün bu
mülahazalarımın bir sonucu olacak bir soruyla bitirmek istiyorum:
Kur'an'ın objektif bir incelemesi adına geliştirilmiş onca
teknik, yöntem ve bilim birikimi sahiden Kur'an'ı anlamamızı
kolaylaştırıyor mu? Yoksa daha fazla mı
zorlaştırıyor? Seyyid Kutub'un İslâm Düşüncesinin
esaslarını ve özelliklerini saptamaya
çalıştığı Kur'an Okumalarının sonunda
ulaştığı bir nokta vardır. O nokta hem bu sorunun
sorulmasına hem de oldukça anlamlı bir cevabına imkan veren bir
noktadır. İslâm Düşüncesi'nin
birinci cildinde Kutup, Kur'an'ın bir metin olarak anlaşılmasını
sağlamak üzere geliştirilmiş bir çok felsefe, kelâm ve tefsir
disiplininin Kur'anı anlamayı kolaylaştırmak bir yana saf
bir zihni bulandırmaya yaradığını,
anlamasını zorlaştırdığını tesbit
ediyor. Sonra aksini ispatlarcasına ikinci ciltten itibaren kendisi aradan
çekilip okuyucuyu Kur'an'la başbaşa bırakmayı deniyyor.[7] Bu deneme çok ilginçtir.
Kur'an'ın anlam birliğinin oluşmasını ancak zor olan
yollara sapmanın engellediğini; kolay olanın
kulağını vererek dinlemek şartıyla, ona kendi heva ve
heveslerini onaylatma arayışına sapmamak şartıyla, onu
anlamak olduğunun başarılı bir gösterisini sunuyor. Sonraki
ciltlerde gide gide kitabının yeniden düzenlenmiş bir Kur'an
metnine dönüştüğü yerde hiç kimsenin anlama zorluğu
çekebileceği bir an düşünmemektedir.
Bu
vesileyle şunu belirtmek istiyorum: Kur'an
araştırmalarının çoğu her dönemde insanlara
seslenecek, ve her dönem insanlara söyleyecek önemli bir şeyleri olan
Kur'an'dan fena halde kopmuştur. Bu, tıpkı objektivist bilimin
çağımızda hakettiği eleştirinin gösterdiği duruma
işaret etmektedir. Kur'an'la ilişkilerin salt bir anlama, inceleme ve
epistemolojik bir bilgi nesnesine indirgemeya dönüştüğü durumda
Kur'an bir kenarda durur, onun hakkındaki söylem ise başka bir kenarda
kendi içinde devinir durur.[8] Kur'an-ı Kerîmin insana
seslenen, seslendiği anda bir etkide bulunan, bulunduğu etkiyle
varolan bir Kur'an olma vasfı gitgide unutulur, akademik dünyaların
bilgi-üretim mekanizmalarının bir el-de-mevcut kullanışlı
hammaddesi haline gelir.
Herhangi bir sanat eserinin karşısında bir
sürü yorumlar anaforu içinde kaybolmuş insana bir ikazda bulunulur:
"Bırak sanat eseri kendisi konuşsun."[9] Bu sanırım objektivist
ve relativist iradelerin bizim
Kur'an'la ilgili tecrübemize olan müdahalelerine karşı en iyi çözüm: "Bırakın
Kur'an-ı Kerîm kendisi konuşsun."
* Bilgi Vakfı, II. Kur'an Sempozyumu için. Metim ayrica sempozyumda sunulan butun tebliglerle birlikte Bilgi Vakfinca Basilmistir, Ankara, 1998.
[1]Bernstein, R. 1983, Beyond Objectivism and Relativism,
Philadelphia, University of Pennsylvania Press, ss. 2-3.
[2]Anlama kelimesinin batı
dillerindeki eş karşılıklarından birisi de "to
exhaust" tur. Bu da bir anlam içeriğini kavramak, ama tüketerek
kavramak şeklindedir. Yani bir anlamda Kur'an'ın herhangi bir ayetini
anladığımızı söylerken onda artık anlaşılacak
başka hiç bir şeyi geride bırakmamış olduğumuzu
söylemiş oluyoruz. Kuşkusuz anlam içeriği tüketilemeyecek bir
metine göndermede bulunurken, burada özelde Kur'an metninin herhangi bir
ayetinin her anlama gelebileceği yönündeki ters yönde naif bir iddiada
bulunuyor değilim. İfadenin anlam derinliklerine, genişliklerine
ve sair boyutlarına işaret etmek bir ifadenin her şeyi
söyleyebileceği iddiasını taşıyan relativist tutumu
çağrıştırmamalı bile.
[3]Bir yana çünkü insanın
kendisi hakikaten de tarihsel bir varlıktır. Tarihsel olan bir
varlığa hitap eden bir vahyin onun tüm tarihsel özelliklerini
gözardı etmesi tabiî ki düşünülemez.
[4]Gadamer, H.G. Text and
Interpretation, Dialoge and
Deconstruction'un içinde, Diane P. Michelfelder & Richard E. Palmer
(derleyenler), New York, 1989, State University of New York Press.
[5]Abdülkerim Süruş, Dinî
Bilginin Evrimi ve Çağdaşlaşma, Bilgi ve Hikmet, 8. Sayı, Güz, 1994, çeviren Kenan Çamurcu.
[6]L. Binder, 1988, Islamic Liberalism, The University of
Chicago Press, London, ss. 161-169.
[7]Seyyid Kutub, İslâm Düşüncesi, 3 Cilt, , çev. Mehmet Çelen. Resul Tosun Dünya
yayınları. İstanbul, 1987.
[8]Günümüzde bilimin kendi
nesnesinden kopmuş olduğunu söyleyen Heidegger'in söylediği tam
da budur. Varlık sorusunu soramayan insan niçin varolanları nesne
yapmaya yönelir? Heidegger'e göre bu insandaki kalkulatif (hesapçı), her
şeyi elinde-hazır tutmak isteyen teknolojik insanın iradesidir.
Bu iradenin bir sonucu insanın Varlık'tan, varlığn
deviniminden kopuşu, veya Heidegger'in çokça kullandığı
tabirle "Varlığın unutumu" olmuştur. Bkz. M. Heidegger,
The Question Concerning Technology and
Other Essays, Almancadan İngilizceye çeviren: William Lovitt. 1977, Harper Torchbooks
[9]M. Heidegger, On the Origin of the
Work of Art,